27 Nisan 2007’nin altyapısı nasıl hazırlandı? e-Muhtıra başarılı olsaydı ne olacaktı?
27 Nisan 2007 tarihe e- Muhtıra olarak geçti. Askerler hükümete ayar vermeye giriştiler. Ancak o dönem hükümet dik durdu ve askerin ayar verme girişimine sert karşılık verdi. Ya geçmişte olduğu gibi asker karşısında şapkasını alıp gitseydi. Yani e- muhtıra darbeye dönüşseydi neler olacaktı? İşte tüm detaylar…
Sadece Türkiye'de değil dünyanın her tarafında tarih boyunca darbe ve darbe girişimleri olmuş kimi çok kanlı şekilde iktidarı ele geçirmiş kimi çok kanlı şekilde geri püskürtülmüş, kimi de henüz başlamadan bitmiştir. Neredeyse cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana bir gelenek haline gelen "ülkenin sahibi askerdir, sivillerse her zaman potansiyel suçludur" algısı, darbelerin ve darbe severlerin de tek tutacak dalı olmuştur.
İktidar olan siyasi partiler askerin onay verdiği çemberin içinde ülkeye ve ülkede yaşayan insanlara hizmet ediyor özgürlük alanını da buna göre düzenliyordu. Bu nedenle 1960'da başlayıp, başarılı-başarısız birçok darbeyle tanışan insanımız darbe başarılı olduğunda neler olacağını çok iyi bilir.
Geri püskürtülen her darbe girişiminde millete ve ülkeye "ne olacağı" üzerine bir hüküm vermez, sadece varsayım yapılır. Yani darbe başarılı olmayınca "darbeyi televizyondan izleyip" sonra "kontrollü darbe" gibi temelsiz bir fikirle değerlendirme yapmak, Anadolu'da çok kullanılan deyimle "bekâra karı boşamaktan" daha kolaydır. Tabii ki darbenin sivil ayağı bizzat kendisi değilse.
Türkiye'de başarılı olan darbelerin sonrasında yaşananlar, bizim için en büyük örnektir. Tarihimizde kara leke olarak elimizde 2 kanlı darbe var; 1960 ve 1980... Kansız olan darbelerde iktidarın ve halkın mağduriyeti de var. 12 Mart ve 28 şubat muhtıraları veya 27 Nisan gibi hükümete ayar verme girişimleri.
15 Temmuz, bu açıdan diğer bütün darbelerden ve darbe girişimlerinden farklıdır. Diğer darbelerin tamamını asker yaparken 15 Temmuz bir sivilin oyuncağı olan askerler eliyle yapılmıştır. Aklını, izanını, iradesini, kalbini, ruhunu şeytana teslim edenler, kendi ülkesine, kendi ülkesindeki insanlara ihanet etmiş, acımasızca üzerlerine ateş açmış, bomba yağdırmış, zulmetmiştir. 15 temmuz 'tamamen bir askeri darbe' olsaydı ve başarılı olsaydı neler olacağını 1960 ve 1980 darbelerinde görmüştük, kıyasımız vardı. Birinde başbakan dâhil, bakanların bile darağacında sallandırıldığını gördük. Diğerinde ülkenin tamamının açık cezaevine dönüşmesini.
Tarihinde 2 büyük kanlı darbe ve yakın tarihte 15 Temmuz 2016'da kanlı darbe girişimini yaşamış Türkiye kanlı darbeler sonrasında neler olduğunu acı örnekleri ile gördü... Peki ya 27 Nisan e-Muhtırası... Türk demokrasisinin utanç günü. Ordu darbe mesajı verdi, her zaman olduğu gibi CHP yine destekledi... 27 nisan e-muhtırası başarılı olsaydı ne olacaktı? O dönem sivil hükümet e-Muhtıranın karşısında dik durmasaydı, şapkasını alıp gitseydi ne olacaktı?
Bu dönemde yaşanan cinayetleri ve toplumsal hareketleri darbe girişimlerinin dışında tutmak mümkün değildir. Ülkede kaosun hakim olmasını isteyen güçler, 2006'da Cumhuriyet Gazetesi'ne bomba atılması, Danıştay ve Rahip Santoro cinayetleri, 2007'nin başında ise Hrant Dink cinayetini gerçekleştirmişlerdi. ABD'den Hudson Enstitüsü Türkiye Uzmanı Zeyno Baran, 2006'nın son günlerinde Newsweek Dergisi'nde çıkan bir makalesinde "2007 yılında Türkiye'de yüzde 50 ihtimalle darbe olacağı" ile ilgili öngörüsünü dile getirmişti. Baran'ın dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Ergun Saygun'dan aldığı bilgiyle bu öngörüde bulunduğu iddia edilmişti. Kamuoyundaki tartışmalarla ve medyada yer alan böyle öngörülerle şartların olgunlaştığını düşünen TSK, bir kez daha gücünü denemek istemiş; 28 Şubat 1997 ve sonrasında "1000 yıl sürecek" denilen iklimin kalıcılığı için harekete geçmişti.
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de muhtıradan iki hafta önce gerçekleşen takvime göre başkanlık edeceği son Milli Güvenlik Kurulu'ndaki irticai faaliyetlerin arttığıyla ilgili tartışmaları gündeme getirmişti. Genelkurmay Başkanlığı 10 Nisan MGK'sının ardından Cumhurbaşkanının "Cumhuriyet değerlerine sözde değil özde bir bağlılık taşıması" gibi öznel bir kriterini dile getirmişti. Tam da bu vakitlerde Nokta Dergisi 13 Nisan günü, 2002 sonrasını kapsayan günlerde darbe planlayan bir cuntanın varlığıyla ilgili yaptığı haberler sebebiyle askeri mahkeme kararıyla baskına uğradı ve kapatıldı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi giderek AK Parti'ye karşı muhalefetin yoğunlaştığı bir alan haline gelmiş ve irtica-laiklik-türban tartışmalarının etrafında cereyan etmeye başlamıştı. Bu tartışmaların gölgesinde Atatürkçü Düşünce Derneği'nin "Cumhuriyet'e sahip çık' çağrısıyla düzenlenen mitingler; Çankaya Köşkü'nü "Yıkılmayacak Kaleleri" olarak görenlerin laiklik bahanesiyle Meclis'in, yani milletin iradesinin yansımasını engellemek adına gerçekleştirdiği gövde gösterileri oldu. Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı emekli General Şener Eruygur ve gazeteci Tuncay Özkan'ın başını çektiği Cumhuriyet mitinglerinin ilki 14 Nisan'da Ankara Tandoğan'da tertip edilmişti. Mitinge Cumhuriyet Halk Partisi, Demokratik Sol Parti, Genç Parti, İşçi Partisi gibi siyasi partilerle, Cumhuriyet Kadınları Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu, İstanbul Barosu gibi kuruluşlar da destek veriyordu.
Bu mitingler daha sonra İzmir, İstanbul, Çanakkale, Antalya ve Diyarbakır gibi illerde de yapıldı. Tandoğan mitingi e-Muhtıra öncesi gerçekleşen tek miting olması sebebiyle üzerinde durulması gereken bir organizasyondu. Mitinglerin ortak özelliği "Mustafa Kemal'in askerleri" olduklarını söyleyen kimselerin sivilliklerini unutup "Türkiye laiktir, laik kalacak" sloganına geri dönmeleri ve askere davetiye çıkarmalarıydı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde cumhurbaşkanlığı için, Türkiye genelinde ise milletvekili seçimleri için sandıkların kurulacağı bir seçim yılıydı. İngiliz Observer gazetesi, iktidarın seçimlerin favorisi olduğunu ama seçimi kazanmaları halinde darbe olabileceğiyle ilgili bir analizine dayanak olarak Cumhuriyet mitinglerini ve bu mitinglerde yapılan konuşmaları gösteriyordu.
"Cumhuriyetin Bekçisi" olduğu iddiasındaki kesim laikliğin tehlike altında olduğu propagandasını yayarak seçimlere hazırlanırken "Cumhurbaşkanlığı seçiminde eşi 'türbanlı' birini Çankaya'ya çıkartmayacakları" vaadi ana muhalefet liderinin ağzından duyuldu. AK Parti 24 Nisan günü Abdullah Gül'ün ismini açıklamış, böylece Gül partiden 2 gün önce adaylığını açıklayan Ersönmez Yarbay'dan sonra ikinci aday olmuştu. Bu günlerde AK Parti'nin 354 vekiliyle tek başına adayını seçtiremeyeceği, nitelikli çoğunluk olan 367 milletvekili olmadığı için diğer partilerin seçime katılmaması halinde herhangi bir adayın köşke çıkamayacağı fikri eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu tarafından dile getirilse de gözler seçimlere çevrilmişti.
27 Nisan günü gerçekleşen seçimlerin ilk turuna muhalafetin küçük desteğiyle 361 milletvekili katılmış ve 367 sayısının altında kalınmıştı. Seçimin ilk turunun ardından bazı gazetecilerin Genelkurmay'da ışıklarının sönmemesi ve komutanların bir çalışma içerisinde olduklarını haber almalarıyla beraber hükümet kanadıyla bu bilgiyi paylaştıklarında iktidarın olan bitenden haberdar olmadığı hatta böyle bir bildiriyi hiç beklemedikleri anlaşıldı. Saatler 23:17'yi gösterdiğinde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin resmi web sitesinin basın açıklamaları ve duyurular kısmında sonradan "e-Muhtıra" olarak nitelendirilecek olan bildiri yayınlandı. Muhtırada laiklik hassasiyetinden bahseden TSK, kutlu doğum faaliyetleri sırasında ortaya çıkan başörtülü kızların görüntülerinden ve ilahi okumalarından rahatsızlıklarını dile getirdi.
Bu kutlamaların 23 Nisan ile aynı döneme denk gelmesini "Temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin" hususi gayretlerine bağlayan Genelkurmay, "Dini duyguların istismar edildiği" tespitini de yaptı. Buna dayanak olarak gösterilen haberlerinin içerisinde tekzip edilenlerin olması TSKk'nın asıl maksadını da ortaya koyuyordu. Gelişmelerin buradan Cumhurbaşkanlığı seçimine ve "Sözde değil özde rejime bağlılık" ilkesine bağlanmasıyla bildiri; hükümetin içişlerine tamamıyla karışarak muhtıra hüviyetine bürünmekteydi. Bildiride ayrıca seçimlerin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvuran ana muhalefet partisine de örtülü bir destek sunulmuş oldu. Laikliğin tartışılmasından endişe duyulduğunun ifadesiyle devam eden e-Muhtıra "Özetle, cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk'ün, "Ne Mutlu Türküm Diyene!" anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır." düşmanlaştırmasıyla bitiyor ve TSK'nın müdahalelerine devam edeceği "kesin inancıyla" noktalanıyordu.
E-muhtıra da denilen bildiri üzerine o dönemde Başbakanlık görevini yürüten Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında gece acilen yapılan toplantıdan dik duruş kararı çıktı. Hükümet ertesi gün yaptığı açıklamada Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'a "memur" olduğunu, Genelkurmay Başkanı'nın resmi olarak Başbakan'a bağlı olduğunu görevleri itibarıyla Başbakan'a karşı sorumlu olduğunu hatırlattı. Hükümet'in dik durmasına büyük halk desteği geldi. Genelkurmay bildiriye karşı sessiz kalırken dönemin komutanları kamuoyunda yükselen tepki sonrası bildiriyi savunamaz duruma geldiler. Tarihe 'e-Muhtıra' olarak geçen 27 Nisan Bildirisi nihayetinde Genelkurmay'ın sitesinden de kaldırıldı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı ilk turunun gecesinde yayımlanan ve 4 yıl boyunca sitede tutulan muhtıra, 30 Ağustos 2011'de veri tabanından silindi.
28 Şubat Postmodern darbesinden sonra e-Muhtıra olarak tarihe geçen ve milli iradeye yeni bir müdahalede bulunmak isteyen bu darbe girişimi de öncekiler gibi yine CHP'den destek buldu. CHP e-Muhtıra'ya sahip çıktı ve bu darbe girişimin eleştirmek yerine hükümeti hedef aldı. Eğer karşılarında tereddüt eden bir iktidar bulsalardı, o muhtıra 12 Mart'tan daha etkili olacaktı. Öncelikle demokrasi isteyen darbeye karşı çıkan kim olursa olsun "yargılama" sebebi olacaktı. Bu da yine uzun bir işkenceler dönemi demekti ve yine bu, neredeyse bütün bir halk demekti. Tabi bu tamamen bir askeri darbe olmadığı için "kin ve nefret" oranı da o derece fazla olacaktı. Bir gece alınacaktık hepimiz teker teker veya toptan toptan. Nereye gittiğimiz belli olmayacak, akıbetimizi öğrenen bile bulunmayacaktı. Ülkede yatırım duracak, sahip olunan her şey sahip olunmamış gibi işlem görecekti. Makamlar gidecekti teker teker.
Siyasetçilerin tamamı çok ağır şekilde cezalandırılacaktı, darbenin siyasi ayağı hariç. İnsanlar konuşmaya korkacak, yürümeye korkacak, gölgesinden bile herkes ürkecekti. Korkan toplumları yönetmek çok kolaydı. Ülkeyi babasının çiftliğine dönüştürecek olan cunta, doymaz bilmez iştahıyla her şeye sahip olacak, daha çok isteyecek, daha çok isteyecekti. Ve en kötüsü, Anadolu'nun en ücra yerlerinde "yetki" alan sorumsuzların işleyeceği akıl almaz suçlardı. Bütün bunlar farazi değil, iki kanlı darbede de yaşananlardı. Darbe başarılı olsaydı, akacak kanın gireceği damar kalmayacaktı. Arkasında pusuda bekleyen ve üstü örtülen sorunlar kaşınacaktı. Terör örgütleri saklandıkları yerden çıkacak, yeni yeni terör örgütleri oluşacak, milis güçler için çabalayıp duranlar bulunacaktı. Korkunç değil mi, tıpkı Suriye'deki gibi...