Dijital platformlar, içerik üreticileri kadar duygularımızı da optimize ediyor.
Sevinç, öfke, üzüntü, korku… Hepsi birer "tıklanma potansiyeli"ne dönüşmüş durumda.
Sosyal medya çağında duygular, özgürce yaşadığımız insani deneyimler olmaktan çıkıp, ölçülebilir, satılabilir ve yönlendirilebilir veriler haline geldi.
Facebook'un 2012'de gerçekleştirdiği tartışmalı bir deney, 689.003 kullanıcının zaman akışındaki içerikleri manipüle ederek ruh hallerini değiştirebildiğini göstermişti.
Bu deney Cambridge Analytica skandalından 6 yıl önce yapılmıştı ve aslında platformların davranış yönlendirme gücünün erken bir göstergesiydi.
Bu durum tesadüfi bir yan etki değil, doğrudan tasarlanmış bir sonuçtu.
Bir araştırmada X'te öfke içeren paylaşımların normalden %20-30 daha fazla retweet aldığı belirlendi.
Artık hislerimiz internet bağlantısını sağlayan kabloların arasından yayılıyor.
Özellikle öfke, korku ve empati; en çok etkileşim alan, dolayısıyla en çok görünür olan duygular.
İçerik üreticileri de bunun farkında…
Tam olarak bu nedenle 3 saniye içinde kanca olarak isimlendirilen dikkati cezbedecek kısım videonun başında yer alıyor.
Ve yine bu yüzden artık bir içerik hazırlanırken bilgi kadar, oluşturacağı duygusal yük de dikkate alınıyor.
Yani çarpıcı görsellerin ön planda olması tesadüf değil; üzülmeniz, öfkelenmeniz, paylaşmanız isteniyor.
Çünkü paylaşımda İçerikten çok daha önemli olan konu, kullanıcının duygusal refleksini tetiklemesi.
Algoritmalar da duygusal yoğunluğu yüksek içerikleri daha fazla yayarak kullanıcıları içerik tüketmeye teşvik ediyor.
LİKE BUTONU VE DİJİTAL ONAY ARAYIŞI
Like butonu başlangıçta yalnızca bir "teşekkür" ifadesiydi.
Şimdi ise dijital statünün, kabul görmenin ve sosyal aidiyetin ölçüsü.
Bir içeriğin aldığı beğeni sayısı, onun değeriyle değil; duygusal güdülemeye uygun olup olmamasıyla ölçülüyor.
İçerik üreticileri, artık içlerinden geldiği gibi değil, beğenilme ihtimaline göre yazıyor, giyiniyor, ağlıyor ya da gülümsüyor…
Beğenilmeme korkusu, özellikle genç kullanıcılar arasında sosyal medya anksiyetesine yol açabiliyor. Hatta o kadar ki bir fotoğraf, yeterince etkileşim almadığı için siliniyor.
Duygular doğal değil, "performatif" hale geliyor.
Gerçek duygularla, sahte duygular arasındaki çizgi her geçen gün bulanıklaşıyor.
"Trend" olmak için ağlayan, üzülmüş gibi yapan, ya da sırf viral olsun diye geçmiş travmalarını anlatan kullanıcılar, izlenmenin kapitaline dönüşmüş durumda.
Duygular, insani birer deneyim olmaktan çıkıyor; birer gösteriye evriliyor.
Özellikle kriz zamanlarında "duygusal içerik rekabeti" yaşanıyor.
Gerçek dayanışma, yerini dijital sembollere ve görünür olmaya yönelik paylaşımlara bırakıyor.
Sosyal medya, dayanışmayı değil, görünürlüğü ödüllendiriyor. Bu da ortaya modern bir empati krizi çıkarıyor.
Peki bu girdaptan çıkmak mümkün mü?
Evet, ancak kolay değil...
Dijital duygulara karşı bağışıklık geliştirmek için bireysel farkındalık kadar platformların etik sorumluluğu da şart.
"Dijital empati" kavramını yeniden inşa etmeliyiz. Her duygusal içeriğin arkasında bir insan olduğunu unutmadan, içerikleri sadece "beğenmek" değil, anlamak da gerekiyor.
İçerik üreticilerinin de bu düzenin parçası olmaktan fazlasını hedeflemesi şart.
Etkileşimin değil, anlamın peşine düşmek, beğeniye değil bağlama odaklanmak, dijitalin duygusunu yeniden insani bir zemine çekebilir.
Çünkü bazen en kıymetli şey, hiçbir şey paylaşmamak; sadece sessizce hissetmektir.
Sosyal medya platformları için kullanıcı olmanın yanında hepimiz birer denek konumundayız.
Ve bu gerçeği fark etmek, değişimin ilk adımı.
Bunu hafife almayın… Nefreti büyütmek yaymak çok basit, sevgiyi yaymak ise artık çok daha zor… Çünkü nefret tetiklemesi çok kolay bir duygu…