Gülhane Parkı'nda yürürken bir anda 90'lı yıllardaki hali gözümde canlandı.
Sanki aniden Alice Harikalar Diyarındaki gibi bir geçit kapısından girerek aynı mekanda ama 30 yıl öncesine adım attım…
O dönem Gülhane yalnızca bir park değildi, bir karnavaldı.
Hayvanat bahçesi…
Kağıt helva, macun, pamuk şeker, patlamış mısır, turşu satan seyyar satıcıların sesleri yükseliyordu…
Lunapark ve binmek için sabırsızlıkla sıra beklediğimiz çarpışan arabalar…
Tişört, elbise satan standlar boş kalmıyor, devamlı bir sirkülasyon var.
Ancak o gün tüm bu cazibe merkezlerinin arasında ilgi çeken bir stand vardı.
Küçük baraka gibi…
Herkes oraya toplanmış.
Tişörtün üstüne fotoğraf bastırıyor.
Şu an için çok matah bir şey değil, ancak bunu 90'ların başında görmek, mükemmel bir teknolojik gelişmeye şahit olmak gibiydi.
Orada vesikalık fotoğrafını alan, beyaz bir tişörte kendi fotoğrafını bastırıyordu.
Günümüzde çok garip ama bunu şöyle düşünün,
O tanıtımı milyonlarca insan tarafından izlenen akıllı telefon var ya…
Satışa çıkmadan herkesten önce o telefona sahip olduğunuzu ve insanların size şaşkın gözlerle baktığını düşünün.
İşte ben ve kardeşim de kendi fotoğraflarımız olan o tişörtlerden yaptırmak istedik.
Annem de bizi kırmadı tabii.
Mahallede, okulda acayip bir havamız olacaktı. Tabii oldu da.
Biz o tişörtlerden yaptırdık, gören hayret ediyor, bakıyor, "Nasıl olur?" diyor…
E tabii biz bu tişörtlerin ikincilerini yaptırmak istedik..
Ve yine Gülhane Parkı'nın yolunu tuttuk.
Ama o standa gidince ne gördük?
Daha doğrusu stand gözükmüyordu ki…
Öyle bir izdiham var ki göz gözü görmüyordu, standa ulaşmak imkansızdı!
Ancak işi bittiği için kalabalığı omuz ata ata yararak çıkan insanlar vardı.
Tişört ellerinde, çıkarıyorlar.
Ancak garip olan, kalabalıktaki insanlar o vesikalık fotoğraf olan tişörtü satın almak istiyordu.
Çocuk halimle bile diyorum ki:
"Neden başkasının fotoğrafının olduğu bir tişörtü bu kadar çok insan satın almak istiyor ki?
Sırasını beklesinler, kendi fotoğraflarını bastırsınlar… Çok saçma."
Tabii o tişörtlerdeki vesikalık fotoğrafı görünce her şeyi anladım.
Çünkü herkesin ilgi gösterdiği o fotoğraf, Müslüm Gürses'e aitmiş.
Love Actually filmindeki gibi o günü yaşayan, farklı yaş gruplarındaki insanların gözünden aynı günün anlatılması ve o parçaların birleştirilmesini çok isterim.
Mesela ben bir çocuktum…
Bir lise öğrencisi, bir üniversite öğrencisi, o gün orada görevli bir polis memuru, orada iş yapan bir seyyar satıcı gibi farklı insanlar, o günü anlatsa ve bu canlandırılsa, aynı anın birbirinden bağımsız nasıl hikayeler çıkaracağını çok merak ediyorum.
Tabii Müslüm Gürses'in sansasyonel Gülhane konserini unutmak ne mümkün?
Gazete manşetleri, ana haber bültenlerinde oldukça yer etmiş, köşe yazarları yaşananları yorumlamıştı.
Ve üstat Savaş Ay'ın takip ettiği Müslüm Gürses konseri, izlenimleri, yaptığı röportajlar…
Zamanın ruhunu yansıtan cümleler, kelimeler ve atmosfer…
Ancak aynı zaman olsa bile, aynı tarih, hatta aynı an, zaman da farklı ruha sahip olabilir.
Milyonlarca insan, Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses ile güldü, ağladı…
En çok da isyan etti.
Arabesk yalnızca müzik değildi. toplumun dışına itildiğini düşünenlerin ortak diliydi.
Kenarda kaldıklarını düşünenlerin hisleri, arabesk müziğin ustalarının ağzından dile geliyordu..
Hatta bazen kendi cümleleriyle.
Onlar söyledikçe vicdanlar rahatlıyor, coşku artıyor, katarsis yaşanıyordu.
Çünkü insanlar o kalabalıkta güvende hissediyordu…
Hislerine tercüman olan ve milyonların dinlediği bir figür vardı karşılarında…
Belki de büyük bir kesimin düşüncelerine ses olduğu için onlara "Baba" denildi.
Bir baba figürü olarak görüldü, kabul edildiler.
Kimileri sevgilerini kendisini jiletleyerek gösteriyordu ki bu en çok korkulan görüntüydü, istenmiyor, tasvip edilmiyordu.
Ama duyguları bu seviyeye yükselten sözler ve müzik hafife alınamazdı, etkisi yadsınamazdı
Aslında sadece belli bir kesim değil, toplumun geneli Arabesk dinlerdi.
Lisede Metallica dinleyen bir arkadaşımın walkman'de gizli gizli arabesk müzik dinlediğini net hatırlarım.
Arabeskin ustaları beyaz perdede de boy gösterdi.
Filmlerin konuları, şarkıların uzun versiyonlarının senaryoya dönüşmesi gibiydi.
Aşk, ihanet, fakirlik, acı ve intikam…
Hatta Orhan Gencebay'ın senaryosu Monte Cristo Kontu'na benzeyen bir intikam temalı filmi vardı.
Bu arada Orhan Gencebay'a gençliğinde "Kont Orhan" lakabının takılması belki bu filmin senaryosuna da etki etmiştir.
1970'lerde Arabeskin Yasaklanması
Hayat gerçekten o kadar kötü müydü?
İnsanın yüzü hiç gülmez miydi?
Arabesk kültürel yozlaşmaya mı zemin hazırlıyordu?
Sadece olumsuz duygular yükleyip toplumu buhrana mı sürüklüyordu?
Aslında mesele, arabeskin toplumda tetiklediği duyguların "tehlikeli" görülmesiydi.
Acı, isyan, hüzün…
Ve tüm bu duyguların bir kitle tarafından aynı anda yaşanması.
İşte kısaca arabeskin yasaklanma nedeni böyle anlatılabilir.
Duvarları Yıkan Klip / Ön Yargıları Yıkan Klip
Run DMC ile Aerosmith'in "Walk This Way" klibiyle ABD'de kamuoyu önünde bir kültürel uzlaşı yaşandı.
Nasıl mı?
MTV, rap müziğe ve siyahi sanatçılara kapalıydı.
İlk kez rap ve rock aynı sahnede buluştu.
"Walk This Way" kelimenin tam anlamıyla bir "duvar yıkan" iş birliğiydi.
1986'da bu klibin MTV'de yayınlanması, rap müziğe ve siyahi sanatçılara yol açtı.
Şimdi zamanın ruhu yeniden değişti, dijital evrimin içindeyiz.
Ancak hangi noktasında, neresinde olduğumuzu bilmek pek mümkün değil.
Müslüm Baba'nın dediği gibi "Tutamıyoruz zamanı"
Zamanı tutamıyoruz, evet…
Ama bazı anlar, tıpkı Gülhane'nin içindeki o görünmez kapı gibi, bizim yerimize zamanı tutuyor.
Bir ses, bir kalabalık, bir melodi…
Yılların üzerinden süzülüp ruhumuzda yer ediyor.
Dünya değişiyor, şehirler kabuk değiştiriyor, biz bile değişiyoruz…
Ama içimizde bir yerde, aynı çocuk hala aynı heyecanla bir tişörtteki yüzü merakla izliyor.