Üzerinden kaç yıl geçti ama hâlâ durup hatırladığımda içim hem ürperiyor, hem de ısınıyor.
Güneşli bir nisan öğlesiydi...
Turizme bulaşmamış bir balıkçı kasabasında mola vermiş, kahvesinde çay yudumlamış, kedilerini sevmiştik.
Görünmez bir el beni tuttu; dalgakırana doğru götürüp üzeri çivili tahtaya dönmüş beton zemine yatırdı.
Bir yandan da kulağıma fısıldıyordu: "
Kıpırdama, kalbini aç ve hissettiğin ne varsa, hakkını ver!"
Karnı acıkan arkadaşlarımın yola çıkma çağrısına kulaklarımı tıkadım.
O anda hiçbir şeyi
tüketmek istemiyordum.
Tersine...
Bütün istediğim çoğaltmaktı!
Denizden doğru esip yüzümü yalayarak geçen rüzgârı, güçlü iyot kokusunu, karnımdan bacaklarıma doğru yürüyen bahar güneşinin sıcaklığını, uzaklardan gelen hızar ve çekiç seslerini ve cansız nesnelere karşı bile içimde yükselen muhabbet duygusunu huşu içinde
çoğaltmak...
Yaklaşık bir saat sürdü.
Uyudum sanmışlar. "Hıı!" dedim, uzatmadım.
Oysa o bir saat içinde
taş olmuştum, deryada balık, dipte yosun olmuştum, az daha rüzgâr olup uzaklaşacaktım ki, yine dönüp "
insan" olmuştum.
Şimdi "
mana"sını anlatsam, ne fayda!
Bilen bilir zaten.
***
Diyeceğim o ki...
Sıradanlık asla küçümsenmemeli.
Derin bir tecrübe için ille de karmaşık bir yoldan geçmek gerekmiyor.
Nisan güneşi deyip geçmemeli, dergâhtır.
Kalbinizin sesini dinlerseniz, elinizden tutulur.
Nimetin hakkını verirseniz, o da kendisini size verir.
Yukarıdaki tecrübemi neden hatırlayıp aktardığıma gelince...
Sabah sabah bir arkadaşım arayıp, "
ne o artık hayattan keyif almaya, güzelliklerin tadını çıkartmaya karşı mı oldun?" diye sormaz mı?
Tabii ki, hayır!
Fakat mesele şu...
Artık hızlıyız, hatta azgınız ve maalesef arsızız.
Durmuyor, duraklayamıyoruz.
"Ne güzel güneş, değil mi?" diye çığlık atıp, iki fotoğraf çektikten sonra hemen yeni bir yere koşturan insanlar olduk.
Oysa
durup hakkını vermediğin, değerini bilmediğin bir dünyanın tadını çıkartamazsın. Yalandır!
Çok eğlenip az neşelenmemizin sebebinin de burada olduğunu sanıyorum.
Bunu bir düşünelim, bakalım.